Bir önceki hafta sonunu Selanik ve Kavala’da geçirdim. Gerçekten dolu dolu, çok keyifli, güzel, küçük bir kaçamaktı. Pazar günü dönerken, dinlenmiş, huzurlu ve mutluydum. Ama tam Gümrük’ten geçtiğimiz sırada, Van’da ki deprem haberini duyduk ve tüm tur ahalisi ile birlikte biz de çok sarsıldık. O saate kadar şarkılarla-marşlarla keyifle geçen yolculuğumuz bir anda sessizliğe ve üzüntüye boğuldu.
Oysa bu yazıyı seyahatten hemen sonra, o keyifle yazmayı çok istemiştim. Hatta yol boyunca kuzenimle konuşup, ayrıntıları unutmamaya çalıştım. Ama içimden gelmedi bir türlü. Bu çok fazla duygu karmaşası içinde ne yazacağımı toparlayamadım bir türlü. Bugün kendimi biraz daha iyi hissettim ve sizinle paylaşıyorum o haftasonunu. Unuttuğum detaylar olsa da, genel olarak bende bıraktığı izlerle anlatacağım gezimizi.
Seyahatimiz, kısa bir haftasonu tatiliydi. Kuzenimle binbir zorluğu aştıktan sonra Cuma akşamı otobüse binebildiğimize kendimiz bile inanamıyorduk. O kadar çok engeli aşmıştık ki, bu otobüse binene kadar…Kuzenimin annesi ile gitmek için çıktığı yola, yengemin son anda caymasıyla ben dahil oldum. Gezmeyi hiççç sevmememe rağmen, hemen kabul ettim bu güzel teklifi:) Önce vize telaşı başladı, onlarca evrak hazırladık, apar topar vizeye gönderdik, bu arada hava inanılmaz soğudu, bir anda kara kış bastırdı adeta, hafta sonu açacak hava diye okuduk aman dedik, vize de geldi o günlerde tam bir oh çekmişken, bu sefer de tur şirketi, Yunanistan’daki grev nedeniyle turun iptal olabileceğini bildirdi. Üzüldük, gitmemize bir gün kala haber geldi grev bitmiş, yolculuk kesinmiş. Cuma günü iş çok yoğundu, erken çıkamadık. sonrasında trafik!! Turun kalktığı durağa yetişmek bile kabus gibiydi. Her neyse tüm engelleri aşıp yola koyulduk. İyi bir şöför, rehber ve yardımcımız vardı, gezi boyunca çok yardımcı oldular hepimize. Keyifli bir otobüs yolculuğu ile sabah saatlerinde Selanik’te olduk. Türkiye dışına ilk kez otobüsle gidiyordum. Sınırı geçmek çok garipti. Meriç nehri üzerindeki köprü sınırdı. Demir parmaklıkların yarısı kırmızı-beyaz, diğer yarısı ise mavi-beyaz boyalı, bayraklarımızı sembolize edecek şekilde. İnsanları ayıran iki farklı renk sanki, bir kaç metre arayla iki asker, ikisi de genç, ikisi de körpecik, ikisi de üşüyor aynı gecenin, aynı ayazında, biri Türk, diğeri Yunanlı… Eminim sigara alışverişi yapıp, sohbet bile ediyorlardır. O kadar yakınlar ki birbirlerine..
Sabahın ilk ışıkları ile birlikte kahvaltı molası verdik. Rehberimiz, burada alışık olduğumuz kahvaltının olmadığını, börek veya poğaca yiyebileceğimizi söyledi. Çok yağlı ama bir o kadar da iştah açıcı gözüken böreklerden ıspanaklı ve peynirli olmak üzere birer tane aldık, lezzetliydi ama gerçekten çok yağlı idi. Hepsini yememiz mümkün olmadı. Sabah 8:00 sularında Selanik’e vardık. Önce şehrin koruyucusu Aziz Dimitri kilisesine gittik.

Halk sabah ayininde idi. Biraz onları izleyip, dua ettikten ve klasik mumlarımızı yakıp, adaklarımızı adadıktan sonra kiliseyi ve alt katını gezdik. Orda eski bir hamam ve bazı kalıntılar vardı. Sonra baktık herkes bir şeyler yazıyor, biz de bir kağıda dileklerimizi yazıp, kutuya attık… Bu dilekleri kim okuyacak bilmiyorum ama benim kocaman harflerle, küçük kızım üviversiteyi kazansın, diğeri de mezun olup, istediği işi bulsun, ben de kredi kartı borçlarımdan kurtulayım yazdığımı dilerim birileri görür:)) Ordan ayrılıp, Atatürk’ün evini ziyaret etmek için saatin gelmesini bekledik. Ziyaret saat 10:00 da başlıyormuş çünkü. Bu arada tam evin karşısındaki Büyükada Kıraathanesinde dinlenip, sabah çaylarımızı içtik. Buraya gelin gelen bir Türk kızının işlettiği minik hediye dükkanından magnetler aldık. Atatürk’ün evi temalı magnetler sadece orda varmış zira.. Sonra Ata’mızın evini ziyaret için bahçesine girdik.

Benim için gezinin en keyifli ve duygusal anları burada başladı. Bahçeye girer girmez, farklı bir ruh haline girdim. Kocaman bir nar ağacı vardı, Ata’mızın babası dikmiş bu ağacı. Üzerindeki narlar kocamanındı, muhteşem bir görüntü. Sıra ile, gruplar halinde içeri alındık. Ev çok güzeldi.

Atatürk’ün orada yaşadığını, o bahçede koştuğunu, o koltuklarda oturduğunu bilmek, o havayı solumak bana tarifi imkansız bir mutluluk verdi. Her ayrıntıyı kafama kazımak, herşeye dokunmak, içimde hissetmek istedim. Çok güzel duygular ile evden ayrıldık. Sonra panoromik şehir turu, eski şehrin olduğu bölge ve beyaz kale gezisini de yapıp, otelimize geldik. Beyaz Kule de çok güzeldi. Bütün katları gezdik, en son tepeden şehre bakmak çok hoştu.

Hafif bir sis tabakası olsada,şehir bütün güzelliği ile ayaklarımızın altındaydı. İzmir’e benzeyen, İzmir gibi kokan, medeni ve güzel bir şehir. Otele gelince, aslında 24 saatten fazla bir süredir uyanık olduğumuzu düşündük ama ilginçtir ki, yorgun hissetmiyorduk. Otobüste bölük pörçük 1-2saat uyumak yetmişti sanırım. Bu gezi psikolojisi olsa gerek, İstanbul’da olsak, iki seksen bayılmış olurduk bu durumda:) Ama işin ucunda gezmek olunca ne yorgunluk, ne uykusuzluk vız geliyor insana… Hayat hep tatil formatında olsa keşke.. Yine de ufak tefek yerleşme, banyo vs işlerinden sonra yarım saat kadar dinlendik, hatta ben uyumuşum bile bu arada… Sonra giyinip çıktık. Gelirken gördüğümüz o şık caddeyi bulmak için yürümeye başladık. Holiday Inn otelinde kalmıştık, otelimiz oldukça merkezi bir yerde olduğu için yürüyerek hemen ulaştık, Aristotales meydanına. Bağdat Caddesi – Abdi İpekçi cad. gibi lüks,canlı ve çok şık bir meydan burası. Pastaneden gelen muhteşem kokular o kadar davetkar ki, kokunun peşine takılıp gidiyorsunuz… Sıra sıra kafeler, lüks mağazalar var. İnsanlar çok şık. Özellikle erkekler oldukça yakışıklı ve hoş. Saç kesimleri, gözlükleri, hatta boyunlarına atkı takışları bile son derece modern, farklı bir tarzları var..Avrupa’da olduğunuzu hemen anlıyorsunuz bu manzarayı görünce. Kadınlar da fena değil tabi:) şık ve zarifler. Selanik’te pek kriz yok gibi, insanlar kafelerde sohbet, muhabbet, alışveriş ona keza.. Sadece 17-18 gündür toplanmayan çöplerden dolayı sokaklarda çöp dağları var. Ama torbalı ve muntazam olduğu için çok rahatsız edici bir koku yok.. Grev de bir kaç gün önce varmış, hatta olaylar olmuş, mağazaların camlarını kırmışlar, çoğu vitrinin camları bantlarla tutturulmuştu. Ama genel hava, bir sahil şehrinde keyif yapan insanlar durumundaydı. İzmir’in o sevimli, sakin ve dingin havası burda da vardı.

Güzel bir kafede yemek yedik, sonra meydanı turladık, ardından Kordon boyunca yürüdük, şansımıza havada çok güzeldi. Ilık bir sonbahar günü, iki kuzen, keyifle, zevkle çok güzel bir gün geçirdik. Kafeler tıklım tıklım doluydu. Hatta bir söz duymuştum gitmeden önce “Selanik’in yarısı, diğer yarısına kahve ikram etmekle geçirir günlerini” diye, gerçekten öyle olmalı.
Herkes oturmuş, büyük bir keyifle soğuk kahvelerini (frappe) içip sohbet ediyorlardı. Neyse biz de bir tanesinde, tam da meydanın en cıvıltılı yerinde olanda bir yer bulduk ve ortama uyup frappelerimizi içtik. Hatta o muhteşem kokan pastaneden tatlılar alıp, yedik.. Gelen geçene baktık. Burada olduğumuza şükrettik defalarca. Sonra ara sokakları keşfe çıktık, çok hoş yerler vardı. İnsanlar çok sıcakkanlı. Küçük restaurantlarda, gruplar halinde oturmuş, neşeyle sohbet ediyorlar. Tipik bir haftasonu keyfi. Ufak alışverişler yapıp, otelimize döndük. Biraz dinlenme ve kostüm değiştirme faslından sonra taverneya gitmek için lobide buluştuk. Taverna çok yakın olmasına rağmen, şöförümüz bize, şehrin gece halini görmemiz için güzel bir tur yaptırdı. O meydanı, kaleyi gece görmek de çok hoştu.
Tavernaya geldik, güzel müzik, lezzetli yemekler eşliğinde eğlendik. Farklı bir ülkede, aynı şarkıları dinlemek, aynı tınıları farklı dilde sözlerle duymak, değişik ve güzel bir duygu. Sınırlar insanlar için değil aslında, siyasetçiler belirliyor sınırları, kuşlar için, bitkiler için, hayvanlar için olmadığı gibi insanlar içinde olmasa sınırlar nasıl olurdu? Bir köprünün yarısının Yunanistan, yarısının Türkiye olduğuna birileri karar veriyor ama o insanların birbirlerine benzemesine, aynı damak tadına, aynı eğlence anlayışına sahip olmasına, kimse müdahale edemiyor. Keşke olmasa bu sınırlar, çzigiler, kalın hatlar.
