Balıkçı ve Oğlu- Zülfü Livaneli
Sevgili Dostlarım, bugün size bir solukta okuduğum ve sıcağı sıcağına, duygularım bu kadar yoğunken aktarmak istediğim bir kitabı tanıtmak istiyorum. Balıkçı ve Oğlu. Epey zaman sonra ilk defa işe gittim bugün. Üstelik de toplu taşıma kullanarak. Pandemi döneminde çok az işe gidebildim ben de bir çoğunuz gibi. Genellikle de araba ile gitmeyi tercih ettim ama son zamanlarda trafik oldukça yoğun ve yorucu. Çok az çıksam da bunu anlamamak imkansız. Bugün çift maske ve iki doz aşının verdiği cesaretle, biraz da rahat saatleri kullanarak bu deneyimi yaşamak istedim. Marmaray ve metro kullandım sakin, üstelik de hızlı bir yolculuk oldu. Yolculuğum keyifliydi, çünkü harika bir yol arkadaşım vardı. İlk duraktan itibaren oturma şansım olduğu için de yol arkadaşım ile keyfimiz oldukça yerindeydi. Keşke bu sevgili yol arkadaşım Zülfü Livaneli olsaydı. Kendisi yoktu tabi ama onun dilinden, elinden, yüreğinden çıkan son eseri Balıkçı ve Oğlu yol boyunca benimleydi.
Oturur oturmaz açtım ilk sayfayı, son durağa nasıl geldiğimi hatırlamıyorum bile, su gibi aktı satırlar. Öykü beni hemen içine çekti. Betimlemeler, insana dair tüm duygular ile adeta oralardaydım. Sanki Bodrum’un ılık rüzgarı esiyordu derinden gelen denizin kokusu ile karışık.
Zülfü Livaneli, Balıkçı ve Oğlu romanında, yaşadığımız tüm acıları, Mustafa ve Mesude’nin kişiliğinde çok güzel aktarmış. Zarif bir dili olduğu için zaten çok seviyorum kendisini. Zülfü Livaneli, söylemek istediklerini, kırmadan, dökmeden öyle güzel anlatıyor ki. Belki de bu nedenle söylenecek en ağır sözlerden bile daha etkili oluyor. Tabi bu sözüm, biraz utanma ve sevgi duygusu olan insanlar için geçerli.
Doğa Can Çekişiyor
Doğa can çekişiyor. Belki birey olarak benim, ya da okuyan sizlerin bunda bir dahli yok ama bir şekilde müdahale edemiyor olmak bile yeterince acı veriyor. Hani şu susan dilsiz şeytan dedikleri konu var ya, o aklıma geliyor. Bir şeyler yapabilir miydik, daha dirençli olabilir miydik? Mutlaka yapabileceğimiz bir şeyler vardı. Sadece üzülmek yetmedi çünkü. Biz üzülürken, yavaş yavaş yok olmaya devam etti doğa.
Bir deniz şehrinde yaşıyoruz ama ne yazık ki, İstanbul’un denizi son zamanlarda, müsilaj denen bir illete kurban oldu. Marmara Denizi de tıpkı bizim gibi hastalandı. Virüs bulaştı ve hızla ilerliyor. Yine insan eliyle, doğaya zulmetmeye devam etmenin en görünen hali ile karşı karşıyayız. Dilerim tedavi süreci daha da gecikmez ve geri dönüşü mümkün olmayan kayıplar yaşamayız. Denizin güzel rengine ve kokusuna yeniden kavuşabilmek istiyorum ben de hepiniz gibi.
Marmara Denizi en genç deniz. Belki de onun için tepkisini daha hızlı verdi. Z kuşağı gibi, usul usul acı çekmek yerine, acısını, öfkesini kustu. Sessiz çığlıklarını duymadığımız, ağaçlara, nehirlere, taşa toprağa inat.
Deryaya Yakın Dünyadan Uzak
Balıkçı ve Oğlu, bir balıkçıyı, denize olan tutkusunu, balıklarla dostluğunu ve kaybettiği evladını anlatıyor. Ama etrafındaki olaylar örgüsü hayatın ta kendisi. Katledilen balıkları, denizi, doğayı dahası insanları hikayenin içine alıyor. Acı ile izlediğimiz göçmen sorununu, en çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor. İnsan kaçakçılarının, hayal tacirlerinin, zavallı, korumasız, çaresiz insanları nasıl bir gelir kaynağı haline getirdiklerini, yaşanan can pazarını anlatırken, kendinizi bir an o botların içinde hayal edebilmenizi sağlıyor sanki. Deryaya yakın, dünyaya uzak yaşamlarını, acılarını içimizde hissediyoruz.
Sorunlar çok, çözümler yok denecek kadar az. Tüm güzellikler, tüm değerler elimizden kayıp gidiyor. Doğa bize küstü. Ne denizinden balık, ne dalından meyve veremiyor artık. Binalar dünyayı ele geçirdi. Para hırsı, sanki bir gün aç kaldığımızda yiyebileceğimiz bir şeymiş gibi tüm değerlerin üstünde. Bir gün paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak insanlar ama o zamana kadar her şey bitmiş olacak. Bize emanet edilen hiç bir güzelliği, gelecek kuşaklara aktaramadık. Tarih bizim kuşağı lanetle anacak bence, tabi gelecek bir gün gelirse.
Balıkçı ve Oğlu, tüm kötülüklerin yanında, insan doğasını, zaaflarını da çok güzel anlatan bir öykü bence. Sevgiyi, öfkeyi, acıyı çok samimi bir şekilde geçiriyor insana.
Ben kitap okurken altını çizenlerden değilim, el değmemiş gibi okurum. Belki düzen takıntımın bir yansıması olduğu için. Ama bu kitapta altını çizmek hatta kafama kazımak istediğim çok güzel cümleler vardı. Belki de benim duygularımla çok örtüştüğü için daha da fazla etkilendim.
Zülfü Livaneli- Efradını Cami Ağyarını Mani
Kitabın yine en beğendiğim yönü, sonunda bulunan Zülfü Livaneli ile Balıkçı ve Oğlu Üzerine Söyleşi bölümü oldu. Zülfü Livaneli, Ernest Hemingway kitaplarından söz ederken, daha önce duyduğum ama hiç kullanmadığım, hatta anlamını bile tam olarak bilmediğim bir deyim kullanmış. “Efradını cami ağyarını mani”. Bu deyim Türk Dil Kurumu sözlüklerinde ne eksik ne de fazla, artığı eksiği olmayan biçiminde anlatılmakta. Hem insanlar açısından hem de yaşanan olaylar kapsamında denge ve eşitliği ifade ediyor.
Bence Balıkçı ve Oğlu bu şekilde bir öykü. Ne eksik, ne fazla, tüm duyguları en samimi şekilde aktarma özelliği taşıyor. Kısacık bir romanda, kocaman duygular yaşıyorsunuz.

Balıkçı ve Oğlu- Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli tarafından yazılan pek çok roman okudum geçmişte de, hemen hepsini çok sevdim. Özellikle Leyla’nın Evi ve Mutluluk sanırım en sevdiklerim idi. Balıkçı ve Oğlu öyküsü de en az onlar kadar etkiledi beni. Toplumsal olaylara her zaman çok duyarlı olan Zülfü Livaneli, yine derin düşüncelere dalmamızı sağlamış bu kitapta da.
Sabah başlayıp, dönüş yolunda bitirdiğim bu güzel kitabı okumanızı hepinize tavsiye ediyorum. Balıkçı ve Oğlu, tanıdık, hüzünlü bir öykü. Hayata dair ne çok sorgulamamız gereken konu olduğunu, sade bir dille anlatıyor. Savaşmamız gereken ne çok şey var. Oysa anlamamız gereken gerçek tek. Savaşımız doğaya karşı değil. Doğa ile savaşmak, bizi asla haklı ve galip kılmayacak çünkü. Hep kaybetmeye mahkum olduğumuz bu savaştan bir an önce vazgeçmeliyiz. Bırakalım doğa önce kendini onarsın, sonra bize şifa olsun. Bugün bir çiçeğe bakarken bile işte mucize bu diyoruz. Ama gözümüzün önündeki gerçek mucizeleri görmezden geliyoruz. Görüyoruz aslında da hırslarımız baskın çıkıyor.
Bu kitabı okurken, hem öykünün derinlerinde bu duyguları yaşamak, hem de gerçek hayattaki yansımalarına şahit olmak buruk bir tat veriyor insana. Hani çocukken izlediğimiz filmlerde, korku ve benzeri öğeler olduğunda gözlerimizi kapatıp, sonra da film bu diye teselli olurduk ya, işte o yok şimdi. Gerçek hayat, korku filmlerinden bile daha ürkütücü. Gözlerimizi kapatmamız, deve kuşu etkisi yaratıyor ancak. Oysa gözümüzü dört açmalı, uyanık olmalı ve tüm bu olumsuzluklarla savaşmayı ilke edinmeliyiz. Kayıp giden sadece denizin mavisi, ağacın yeşili değil ki, hayatın ta kendisi… Bilime, akla yakın, çıkara uzak günlere…
Sevgiyle kalın, sevgide kalın…

“Balıkçı ve Oğlu-Zülfü Livaneli” için 2 yorum
Hemen alıp okuyacağım. Yine keyifli kaleminizden harika bir yazı olmuş
Çok teşekkür ederim, şimdiden keyifli okumalar dilerim…