Gülseren Budayıcıoğlu İle İlk Tanışma
Gülseren Budayıcıoğlu ve kitapları bugünkü yazımın konusu oldu. Yazmak istedim; çünkü hemen her mecrada rastladığım yorum ve eleştirilere kayıtsız kalamadım. Benzer kaygılarım var zira…
Ben Gülseren Budayıcıoğlu ismini ilk kez İstanbullu Gelin dizisinde duydum. Belki bir çoğunuz daha öncesinde biliyor ve tanıyordur. Ama benim için ilk tanışıklık o zaman başladı. Ancak yanlış hatırlamıyorsam “İstanbullu Gelin” tam bir dizi formatında idi. “Gerçek hayattan uyarlama” ibaresi yoktu. Ya da ben hatırlamıyorum. Çok severek izlediğim bir dizi olmuştu. Olayın gerçek bir yaşam öyküsünden esinlendiğini öğrenince merakım daha da artmıştı. Daha önce de söylediğim gibi biyografi tarzı kitapları ve gerçek hayat öykülerinden uyarlanan film ve dizileri çok seviyorum.
Hayatın Kurgusu ile Yarışmak İmkansız
Kurgu ne kadar başarılı olursa olsun, gerçekten yaşandığını bilmek daha ilgi çekici geliyor bana. Gerçi düşününce bilim-kurgu, fantastik ya da distopya değilse zaten konusunu nereden alabilir ki bu öyküler? Birbirine benzemez hayatlar yaşasak da benzer duygular ve olaylarla karşılaşırız çoğu zaman. Bu olaylar bazen birebir bazen oldukça abartılı bazen de “yok artık” diyecek kadar saçma şekilde sunulur bizlere. Ama içinde bir yerde saklı olan mesaj, hassas olduğumuz yanımıza mutlaka dokunur. Gerçek hayatların birer izdüşümü gibi önümüze gelir.
Gülseren Budayıcıoğlu Kitaplarına Yolculuk
İstanbullu Gelin konusunu, Gülseren Budayıcıoğlu tarafından yazılan “Hayata Dön” adlı romandan almıştı. Ve elbette kitaba tamamen sadık kalınarak değil bir kurgu örgüsüyle süslenip, genişletilerek izleyiciye sunulmuştu. Bu diziyi izledikten sonra yazarın diğer kitaplarını da okuma isteği duydum. Film tadında idi izlediklerim ama benim istediğim gerçeklerdi. Üstelik lise yıllarımda psikiyatr olmak isteyen biri olarak çok da ilgimi çekiyordu. Psikoloji ile ilgili pek çok seminere katılmış, kitaplar okumuş ve konuya olan ilgimi canlı tutmaya çalışmıştım her zaman. Psikoloji özellikle ilgimi çeken bir alan. Meslek seçiminde hata yaptığımı çok düşündürdü bana hayatın içinde. Belki bir psikiyatr değil ama psikolog olabilmem mümkün olabilirdi. Ama nedense tercihlerim arasına almamışım üniversite giriş sınavında. Neyse konuyu özelden genele taşıyalım ve kitaplara geri dönelim dilerseniz.
Kitabı Dinlemek
Dedim ya benim için iki konuda keyif vericiydi hem psikoloji hem de okuma merakım yüzünden. Böylece “Hayata Dön” ilk okuduğum Gülseren Budayıcıoğlu kitabı oldu. Ardından “Madalyonun İçi, Bir Psikiyatrın Not Defterinden” ve “Kral Kaybederse” geldi. “Günahın Üç Rengi” ve “Camdaki Kız”ı ise pandemi günlerinde yaptığım uzun sabah yürüyüşlerimde “storytel” uygulaması üzerinden dinledim. Dinlerken kendimi o kadar kaptırdım ki, uzun mesafeler kat ettim böylece. Belki de bu süreçte en azından kilo almamamı buna borçluyum. Gülseren Budayıcıoğlu bir teşekkürü de bu konuda aldı benden diyebilirim. Bu arada minik bir parantez açmak gerekirse storytel çok güzel bir uygulama. Harika bir yol arkadaşı oldu bana. Elbette koklayarak, dokunarak okumayı çok seven biriyim ve asla buna değişmem. Ama dinlemek de çok keyifliymiş bunu anladım.
Zaman pek çok alışkanlığımızı değiştiriyor. Her ne kadar “old school” biri olmadığımı iddia etsem de geleneksel değerlere belli ölçülerde bağlıyım aslında. Ama çağı yakalamayı ve yenilikleri hayatıma katmayı da seviyorum itiraf etmeliyim. Storytel’de bu anlamda bana iyi geldi. Okuma alışkanlığını çok küçük yaşta kazanmış ve hemen her koşulda vazgeçmeden devam ettirebilmiş biri olarak, keyif aldığımı net bir şekilde söyleyebilirim.
Gülseren Budayıcıoğlu imzalı tüm kitapları okudum veya dinledim. Zaten eğer bir yazarın ilk okuduğum kitabını sevmişsem, tüm kitaplarını okumak gibi bir alışkanlığım vardır. Hangi kitabından başlamış olursam olayım, kronolojik olarak tüm kitaplarını okumayı çok severim. Yazarın tarzını, yazım şeklini, yazıda geldiği durumu kendimce değerlendiririm. Böylece yakından tanımış gibi hissederim adeta. Ayşe Kulin, Ahmet Ümit, Elif Şafak, Osman Balcıgil, Paulo Coelho, okumaktan keyif aldığım ve sevdiğim yazarlardan sadece birkaçı… Hemen hemen tüm kitaplarını okudum hepsinin. Travmaları İnceliyor
Kapalı Kapıların Ardındaki Acılar
Uzun parantezi kapatıp yeniden Gülseren Budayıcıoğlu kitaplarına dönersek, hikayeler oldukça etkileyiciydi. İnsanların hayatlarında neler oluyor ne acılarla ne travmalarla savaşıyorlar okumak / dinlemek çoğu zaman içimi ürpertti. İşin etik boyutu nedir bilmiyorum, danışanlar öykülerinin anlatılmasından ne denli mutlular bunu bilmem imkansız. Ama bir okuyucu olarak okuduklarımdan çok etkilendim. Temiz Türkçesi, betimlemeleri ve yazım tarzı da ayrıca hoşuma gitti.
Hikayelerin ibret verici oldukları kesin. Günün sonunda bütün sorunların temelinde sevgisizlik var. İnsanı en çok yaralayan, dengesini bozan, hayatını alt üst eden neden sevgisizlik. Diğer başka nedenler hep bunun yansıması, farklı açılardan dışa vurumu gibi… Yerli ya da yabancı pek çok psikiyatrın yazdığı kitapları ya da psikoloji temalı kitapları çok okumuşluğum vardır. Elbette çok farklı sorunlar var ama anladığım sevgisizlik en acımasız olanı…
Dedim ya kitaplar gerek okurken gerek dinlerken derinden etkiledi beni. Kimi zaman kahramanın yerine koydum kendimi, çoğu zaman şükrettim, en çok da üzüldüm. Şifa bulanlar için mutlu oldum. Kapalı kapılar ardında yaşanan ne dertler var bilmediğimiz.
Gözlem Oyunu
Çocukken en sevdiğim oyun, gece ışıkları yanan evlere bakıp, kendimce hikayeler uydurmaktı. Sonra yolda rastladığım insanların mesleklerini tahmin etmeye başladım. İlerleyen zamanlarda en çok yaptığım taksicilerle sohbet ederek, onların çoğu zaman “kurgu” olduğuna inandığım hikayelerini dinlemek ve bazen de yaramazca eşlik etmek oldu. Belki de yazma merakımın yapı taşları bu oyunlardı… Gözlem yapmayı ve her olaydan bir hikaye çıkarmayı çok severdim. Hala seviyorum ama artık çok fazla oyun oynayamıyorum. Çünkü yaşadığımız ülke, hatta dünya ve güncel sorunlar pek çok güzel hikayeyi gölgede bırakacak kadar acı gerçeklerle dolu… bin dokun bin ah işit ve her kapının ardında ayrı keder… Oyun oynayacak cesaretim bile kalmadı diyebilirim…
Bu kitapları okuyunca hayal gücümün ne kadar sınırlı olduğunu bir kez daha anladım. Benim en uçuk varsayımlarım bile bu gerçeklerle asla boy ölçüşemeyecek kadar masummuş meğerse…
Uyarlanamayan Diziler
Kitapları bu kadar keyifle okuyup, kendimce yazarla da bir bağ kurduktan sonra, bu kitapların dizi olarak televizyonlarda oynayacağı haberleri geldi. Mutlu oldum diyemeyeceğim. Çünkü şimdiye kadar kitap uyarlamaları içinde beyaz perdeye veya televizyona yansıyan çok başarılı bir örneğe rastlamadım. Hadi abartmayım fazlaca rastlamadım diyelim. Elbette çok başarılı uyarlamalar vardı. Ama örnek ver derseniz veremem… Nitekim Gülseren Budayıcıoğlu kitaplarının da televizyon uyarlamaları bana çok tat vermedi. Yine de ısrarla izlemeye devam ediyorum. Çünkü bir sonuca varmasını umutla bekliyorum.
Diziler işin rengini öylesine değiştirmiş ki, kitaplarda kısa anekdotlar olarak anlatılan bölümler, sündüre sündüre koca koca masallar haline gelmiş. Travmalar azmış gibi, yenisi, daha fazlası eklenmiş. Pek çok hikaye birbiri ile iç içe geçmiş ve içinden çıkılmaz, akıl almaz bir karmaşaya dönüşmüş. Abartı had safhada. Dizi sektöründe bence en başarılı olan konu, oyuncu seçimi. Bütün seçilen oyuncuların çok başarılı olduğunu düşünüyorum ama hikayeler o kadar acımasızca deforme ediliyor ki, oyuncular tüm üstün performanslarına rağmen izlenemez duruma düşüyorlar maalesef.
Pastadaki Pay
Amacım emeğe saygısızlık değil, hele de bilmediğim bir konuda ahkam kesmek hiç haddim değil. İki boyutu ile bir çıkarım yaptım kendimce ve sizlerle bunu paylaşmak istiyorum sadece. İlk boyut ekonomik; dizi sektörü farklı bir mecra. Ellerine geçirdikleri bir konuyu sonuna kadar sömürmeye, kullanmaya odaklı. Ta ki artık alıcı bulamayacak raddeye gelene kadar. Ortada bir pasta var ve herkes bu pastadan bir dilim almaya çalışıyor. Kapitalizm ve tüketim dünyasının rekabetçi çarkları böyle dönüyor çünkü. Bir dönem ağa- aşiret, bir dönem mafya ve şimdi hatırlayamadığım pek çok birbirinin tekrarı diziler ile bulandı beyinler. Şimdi de “psikoloji” iş yapar dediler sanırım ki hemen her kanalda izliyoruz bu dizileri. Yani yeni dönem pastamızın adı Gülseren Budayıcıoğlu.

İnsana Değer
Diğer boyut ise bilişsel, duygusal ya da tam ifade etmem gerekirse insan odaklılık; televizyon programları hakkında sayfalarca yazabilirim, derdim çok, sizlerin de olmalı. Bence herkesin derdi olmalı. Çünkü şifreli, paralı kanalları izleyemeyen o kadar çok insan var ki, onları bu korkunç programlara mahkum etmek ancak bir amaç için olabilir. Beyinleri küçültmek… Bundan başka bir amaca hizmet etmeleri mümkün değil zira.
Ama psikoloji gibi bir konuda dizi ya da film yapmak ayrıca bir hassasiyet gerektiriyor bence. Metne sadık kalmak, abartmamak, sündürmemek ve mümkün olan en kısa zamanda tedavi sürecine geçebilmek… aşırı dozla insanları boğmamak da ayrı tabi… Bence bu tarz bir çalışmada, yaşanan olaylara olduğu kadar çözüm yollarına da önem vermek en azından bilinç düzeyinde bir farkındalık sağlamak adına yararlı olacaktır. İşte o zaman bu kitapların, dizi olarak daha çok kişiye ulaşması ve hastalıkların tedavi edilebilir olduğu konusunda umut verici olması sağlanabilir. Aksi sadece dizi gibi izlenecek ve yeterli değeri göremeyecek diye düşünüyorum. Bu benim fikrim elbette…
Gülseren Budayıcıoğlu, bu döneme damga vurmuş bir doktor-yazar olarak hepimiz için önemli bir isim oldu. Kitaplarının dizi olmasından her anlamda mutlu olduğuna da eminim. Ancak sanırım bu aşamada sadece yazar değil, hekim olarak da sorumluluğu var ve dizi akışına müdahale edebilir. İçinden çıkılmaz sorunların nasıl tedavi edildiği, insanların hangi aşamada destek almaları gerektiği, ürkütmekten çok umuda yönelik mesajlar verilmesi konusunda yönlendirici olabilir. Örneğin “Kırmızı Oda” bu alanda daha başarılı. Bazı öyküler gereğinden uzun da olsa, en azından tedavi süreci konusunda bilgi veriyor. Üstelik farklı oyuncuların performanslarını izlemek de ayrıca keyif verici. Metne daha sadık olması da ayrıca güzel. Bence bu şekilde daha uzun ömürlü de olabilir.
Gülseren Budayıcığlu ve Toplumsal Sorumluluk
Ama diğer dizilere gelince maalesef aynı duyguları taşıyamıyorum. Ben belki de özel ilgi alanım olduğu için psikolojik içerikli dizi ve filmleri seviyorum. TIpkı okumayı sevdiğim gibi ama bana bile doz aşımı oldu bu kadarı. Bazı süslemeler ve eklemelerle ama mutlaka gerçeklere sadık kalarak anlatılabilse belki anlamlı olacaktı her biri ama bu denli deforme edilmesi çok can sıkıcı. Yaşadığımız bu pandemi sürecinde zaten bozuk olan psikolojiler yeterince yıprandı, kaygı seviyemiz arttı, endişeliyiz hepimiz. Diyebilirsiniz ki izleme… Evet çok haklısınız. Ne mutlu ki, çok fazla kanal, birçok farklı platform var da izlemek zorunda değiliz ulusal kanallarda yayınlanan programları. Ancak bu gerçeği de göz ardı etmek imkansız. Benim derdim izleyip, izlememek değil aslında, en azından bilgi düzeyi daha yüksek olan kişilerin, popüler kültüre malzeme olmak adına değil, insanları bilinçlendirmek adına bir şeyler yapması gerektiğine inanıyorum. Bu topluma bu kadarını borçluyuz en azından.
Herkes özel kliniklere gidip tedavi olamayabilir ya da herkes yaşadıklarının bir sağlık problemi olduğunu bilemeyebilir. Ama en azından ruh sağlığınız bozulduğunda bunun da diğer hastalıklar gibi tedavi edilebilir olduğunu, çevrenizde rastladığınız davranış bozukluklarının istem dışı olduğunu bilmek farkındalık yaratır. Tedaviyi mümkün kılar. Bu ve benzeri dizilerin yayında olmasının bir amacı olmalı bence. Ve bu amaç sadece maddi kazanç sağlamayı değil, toplu halde çıldırma noktasına geldiğimiz günümüz koşullarında çıkış noktalarının var olduğunu göstermeyi de hedeflemeli.
Kaygı ve Endişe
Zaten izlediğimiz ve neredeyse olmasını her an korkarak beklediğimiz distopik kurgular, subliminal mesajlar kafamızı yeterince karıştırıyor. Komplo teorileri ile sinirlerimiz bozuluyor. Ancak madem başına “gerçek hayat hikayesi” yazılıyor, bari bu diziler gerçeklerden bu denli kopuk olmasın. Ortaya karışık, kokteyl tarzında travmalar ile olay örgüsünü genişletmek ve iyileşmenin mümkün olmadığı bir tablo çizmek faydadan çok zarar veriyor diye düşünüyorum. Ve eğer gerçekten hepsi bir arada yaşanıyorsa da artık en yakınlarımızdan bile endişe duyacak duruma gelmeliyiz sanırım. Umarım gerçekten pek çoğu kurgu ve sadece yönetmenin hayal gücünün bir oyunudur.
Ben okumayı, izlemeye her zaman yeğ tutuyorum, size de önerim ancak bu olabilir…
Sevgiyle kalın…
