“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda
Sucuların hiç durmayan çıngırakları;
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.”
Bugünkü yazımı İstanbul’a atfetmek istedim, tam da Orhan Veli’nin doğum gününde bu güzellikleri yaşamışken onu da anmadan geçemedim. Yazımı ünlü ozanın hepimizin bildiği İstanbul şiiri ile başlamak hem bir şiir sever hem de İstanbul aşığı olmamdandır. Ama benim aşkım başkaları ile karıştırılmasın rica ederim, benim ki baharı bekleyen kumruların aşkı gibidir, gerçek ve katıksız.
Neyse lafı uzatmadan niye bugün İstanbul’u yazdım oraya geleyim.
Dün benim için sıradan bir cumartesi olarak başladı aslında. Bütün hafta ihmal ettiğim ev işleri, çalışkan yardımcim ile kahvaltı sonrası basladi. Çiçeklerimle uğraşmak hafta sonumun olmazsa olmaz ritüeli. Öğlene kadar bir şekilde toparlamaya çalıştığım işler sonrası evden çıktım ve rutin dışı serüvenim başladı. Önce ilkini geçen hafta yapmış olduğum Parıltı Görmeyen Cocuklara Destek Derneğine gittim. Bu kez İzmit’den gelen bir grup görme engelli miniklerimle Canım Arkadaşım öykümü okuduk. Sohbet ettik, güldük söyledik, oyunlar oynadık ve onların yüzünde tatlı gülüşler benim kalbimde yine sıcacık sevgileri ile yanlarından ayrıldım. Ne kadar akıllı, ne kadar duyarlı olduklarını anlatacak kelimeleri bulmakta zorluk çekiyorum. Yüreklerinin ve minik ellerinin sıcaklığını hissetmek inanın her şeye değer. Öğretmenlerinin üstün gayretini de kutlamamak mümkün değil. Gencecik, pırıl pırıl sevgi dolu öğretmenlerini ne kadar kutlasak az.
Oradan ayrılınca günün akşam devam edecek programına kadar kendime bir ödül vermek istedim. Güzel ve sağlıklı bir yemeğin ardından Beyoğlu yürüyüşüme başladım. Aşina olduğum bu caddeyi, farklı renkleri, farklı sesleri takip etmek hoşuma gitti. Ardından hep önünden geçtiğim ama hiç gitmediğim Madam Tussauds Müzesi’ne girdim. Tek başına olmak burada biraz zorladı ama yine de konuklardan aldığım fotoğraf desteği ve selfie ile sorunu çözdüm. Alanında başarılı olmuş pek çok kişinin birebir boyuttaki heykellerini izlemek oldukça keyifliydi. Bazılarını pek benzetemesem de yine de oldukça başarılı idi. Yurt dışındaki örmeklerine göre küçük bir müze ama bana keyif verdi.
Sonra turuma Galata bölgesine yürüyerek devam ettim. Mağazaları, kitapçıları gezdim. Arkadaşlarımla buluşana kadar epeyce yürüdüm. Çay kahve molamızın ardından Galata’nın akşam ışıkları ile aydınlanan yüzü, cafeleri, sokakları ile bizi içine çekti. Yemeğimizi kapıdan girdiğimiz andan itibaren kendimizi evimizde hissetmemizi saglayan İkram hanım’ın ev sahipliğinde terzi bir Madam’ın evi olan Payidar restaurantta yedik. Ev de yemekler de harikaydı
Ve günü gerek kendi güzelliği, gerekse muhteşem sesi br sahne performansıyla hepimizi büyüleyen İpek Dinç Yüce’nin sahne aldığı Nardis Jazz Bar’da sonlandırdık. Kendisini daha önce İlham Gencer’le program yaptığı Jazz Company’de de izlemiştim ancak geçen zaman harika kazanımlar sağlamış onu gördüm. Böylesine değerli sanatçılarımızın olması çok gurur verici. İlham Gencer de oradaydı. İlerleyen yaşına rağmen sesi ve yorumuyla yine bizi büyüledi. Sanat muhteşem bir şey. Yaşsız ve ölümsüz…
Benim İstanbulum dün böyle idi. Oldukça dolu ve çok farklı renklerle bezenmiş. Tıpkı İstanbul gibi…
Hayatı dolu yaşamayı, andan keyif almayı, kendimle olmayı seviyorum. Hele ki günün sonunda sevdiklerim ile olabiliyorsam bunu ödül kabul ediyorum.
Arada bunu yapabilmeyi diliyorum. Şehri kendi kendine gezmeyi, anda kalmayı hepinize tavsiye ederim. Bu şehri sanat gözüyle görmeyi, güzellikleri yakalamayı ihmal etmeyin. Sanat birleştirir, sanat iyileştirir…
Hepimizin yüzünü güldürecek, bahar sevinci ile dolacağımız nice güzel günler diliyorum. Bugün sadece dinlenme… kitap, film, kediler ve yağmurun sesi… iyi pazarlar dostlarım…