Bir çok şehrin konulmuş adı dışında bir de çağrıştırdığı ya da karakteristiğini belirleyen birkaç adı daha vardır bildiğim kadarıyla, ne bileyim Melekler Şehri diyorlar kimine, kimine Güzel Atlar Ülkesi… ya da şu an aklıma gelmeyen onlarcası gibi…
Ama sanırım adına bu kadar methiyeler düzülen, şarkılar, şiirler yazılan, fethi ile bir devri kapatıp yenisini açan, bir başka şehir daha yoktur dünyada… Benim için de dünyanın en güzel şehridir İstanbul… En azından görebildiğim şehirler içinde…
Doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım şehir…
Şehr-i Azam, Dersaadet, Kalipolis, Asitane, Esdanbul…
Ah Güzel İstanbul, ey güzel İstanbul…
Her türlü yoruculuğuna, hareketine karşı sevdiğim, her türlü zulme karşı hala dimdik ve olabildiğince yeşil kalmaya gayret eden güçlü şehrim. Eğer şehirlerin bir cinsiyeti ya da ruhu varsa ki ben var olduğuna inanıyorum, İstanbul tam bir dişidir bana göre. Anı anına uymayan, kimi zaman hırçın, kimi zaman mahzun, çoğu zaman kaprisli ama bir o kadar da anaç…
Yedi düvele kucağını açıp, besleyen, bakan ama yine de yaranamayan bir ana gibidir, çok sevilir, bir o kadar da yerilir.
Herkes gibi kaçıp gitme hayalleri kursam da aslında gönlüm hep bu şehirde kalmak ister benim. Tüm keşmekeşine rağmen seviyorum burada yaşamayı… Traji-komik ya da mazoşistçe bir sevgi bu farkındayım. Şeytan azapta gerek misali bir nevi…
Uzun yıllar boyunca evi işine yakın şanslı insanlardan biri olarak yaşadım bu şehirde. Taş çatlasın yarım saatte ulaşabildiğim bir alanda yaşıyor, çalışıyor ve günlük ihtiyaçlarımı karşılıyordum. Belki de bu nedenden hafta sonları aile ve arkadaş ziyaretleri için şehrin diğer yakasına gidip gelmek çok fazla kasmıyordu beni.
Heyhat, bundan bir süre önce gönül rızası ile koşa koşa taşıdım kendimi karşı yakaya… Çok da memnunum. Hani şarkıda dediği gibi, “Ben bu yoldan gönüllü çıktım” aslında… Hayatım değişti bir anda, sadece evimi değil, medeni halimi, alışkanlıklarımı, günlük akışımı değiştirdim bu vesile ile. İtiraf ediyorum değiştiremediğim tek bir şey kaldı ki o da kuaförüm… Sanırım o konuda oldukça sabit fikirliyim.
O da yetmedi, ofisim de değişti. 2015 benim için baştan ayağa yeniliklerle dolu bir yıl aslına bakarsanız. İlk yarısı oldukça hareketli idi en azından. İkinci yarıda daha neler bekliyor beni bilemem tabi. Eğer ömrüm olursa, 2015 yılı ile ilgili izlenimlerimi yazmayı yılın son günlerine bırakıyorum. Daha bitmedi, şimdiden gereğinden fazla anlam yüklemek istemiyorum zira. Ofisim değişti dedim ya, İstanbul’un en şık, en modern plazalarından birinde çalışıyorum artık. Hani şu akıllı bina dediklerinden.
Elbette her güzellik bir arada olmuyor. Bu kadar keyfin, birçok da külfeti var tabi ki. İlki yol tahmin edersiniz ki, minimum 1, maksimum 2 saat aralığında sürüyor yol, sabah ve dahi akşam. Sabahları çokça uyuyarak, akşamları da bazen kitap bazen sohbet ile bertaraf etmeye çalışıyorum zaman kaybımı. Fakat vücut saatim, bu değişikliklere çok fazla uyum gösteremiyor ne yazık ki. Sabah yataktan düşerek kalkıyor, gözüm yarı açık giyinip atıyorum kendimi dışarı. Uykuma devam etmek için biniyorum servise ama ne fayda, sabah yaptığım duş ve ardından yüzüme vuran rüzgar uykumu açmış oluyor bir kere. Köprünün ortasına gelene kadar sürüyor uyku ile mücadelem ve nihayet uykunun tatlı kollarına kendimi bırakıp dalıyorum ama o da ne gelmişiz bile. Köprüye girene kadar cehennem azabı çektiğimiz, yerimizden bile kıpırdayamadığımız kalabalık, köprü çıkışlarında buhar olup uçuyor adeta. Bir saatte ancak girebildiğimiz köprü yolundan maksimum 10 dakikada çıkıyor ve iş yerine varıyoruz. Bu bir ironi mi, yoksa yine muhteşem Bay Murppy’in bir oyunu mu bilemiyorum ama yaşadığım genel olarak bu. Tabi servise biner binmez uyuya kaldığım günler de yok değil.

Uyku olayını bir şekilde çözüp, iş yerime geliyorum ve işte burada da beni bekleyen farklı bir mücadeleler dizgesi ile baş başayım… İlk sınavım asansörle, tabi daha öncesinde kahvaltı alma sürecini de yabana atmamak lazım.
Zaten hiç kimsenin benden daha akıllı olmasını sevmem aslında ama akıllı olan, akla uygun olan herkese, her olaya da sonsuz saygı duyarım. Lakin benden akıllı olan bir bina olunca iş değişiyor tabi. Örneğin, sensörlü tuvalet ile yaşadığım maceralar anlatılacak gibi değil. Anlatılmaz yaşanır türünden yani. Kendimce geliştirdiğim taktikler sonucunda şimdi artık çok daha iyi hissediyorum. Gerçi sanırım bu konuda pek çok şikayet olmuş olmalı ki, bir de manuel çözüm bulundu ve hayal gücümüzü geliştirebileceğimiz ya da akıl yorabileceğimiz başka alanlara yönelebildik böylece. Yalan Dünya dizisindeki Zerrin’in efkarlanıp “Seni yenicem İstanbul” diye bağırdığını hatırlarsınız. Ben de akıllı binayı, trafiği, aslında diğer herkes gibi bir şekilde İstanbul’u yenmeye çalışıyorum. Bu kadar kaosun içinde mutlu olma, yer edinme ve yaşama mücadelesi veriyorum.
Servisle ya da servisi kaçırdığım zamanlarda toplu taşıma araçları ile yolculuk yapmak ufkumu açtı aslında, farkındalığım arttı. Kendi aracım ve taksinin dışında da seçeneklerin var olduğunu öğrendim. İnsanları daha çok gözlemleme şansım oluyor böylece. Envai çeşit insan, envai çeşit hikaye var. Ama bir o kadar da benzer özellik elbette. Bir kere yolda normal yürüyen insan yok bu şehirde, herkes telaşlı bir koşturma içinde. İşe, eve, müşteriye, randevuya, alışverişe. Hep bir telaş, hep bir acele.

İş bitti, yollar aşıldı, ya internetten ya marketten alışverişler yapıldı ve nihayet eve varıldı. Sanıyorsunuz ki bitti… Ne gezer, sadece format değiştiriyorsunuz bu konumda, takımlar çıkarılıp tayt giyiliyor ve doğru mutfağa… İş kadınından, ev kadınına direk geçiş… Bir gün öncesinden yapılmış yemeğiniz varsa süper, evde aşçı var gibi konforlu, yanına bir salata hop hazır. Ya yoksa işte o zor.
Ve tempo… En pratiğinden yemek nasıl ve ne kadar zamanda hazırlanır? Yemeğin hazırlanması, sunulması, yenmesi, masanın toplanıp, mutfağın ertesi güne hazırlanması ve finish… Baktığınızda saat en iyi ihtimalle 22.00.
Ve yorgunluktan bayılmadan önce iki sohbet arası bir film ya da dizi izleyip kafa dağıtma… Arada uyuklama, bir de üstelik uyandığında dizinin değiştiğini anlamadan, konuları birbirine bağlamaya çalışma gayreti.
Ve yatağa doğru hareket zamanı. Sanıyorsunuz ki o kadar basit. Mümkün mü? Onun da bir ritüeli var, oturduğun odayı topla, biraz havalandır, yastıkları patakla, yerleştir, kedilerin kumunu temizle, mamasını -suyunu koy, alarmı kur, kapıyı kitle, tabi öncesinde çiçekleri sula… Balkondakilere her gün, orkidelere gün aşırı… Dizi izlerken kurulan çamaşır makinasından çıkanları as ve banyoya doğru ilerle. Makyajını sil, kremini sür, dişini fırçala ve hadi artık yat. Yorgun muyum? Hadi canım, ne yaptım ki? Bütün gün oturdum. Fiili olarak bu gerçekten doğru, evet bütün gün oturuyorum, yolda, işte, evde… En fazla yemek hazırlarken ayaktayım, onun dışında pozisyonum hep dik açı… Tembelim ama ondan… Yorgunluk değil benimki. Bakın dikkat edin, gün içinde yaptığım hiçbir iş yok bu sıralamada. İş dışı hayat mücadeleleri de… Bedenim otururken, ruhumun kaç tur attığı, yüreğimin kaça bölündüğü, kafamın nerelerde olduğu da yok. Sadece gözle görülebilen aktiviteler bunlar.

Hep şikayet etmek doğru değil tabi, gün içinde iki arada bir derede sosyal medya. Kafan kızdıysa iki satır yazı, beğendiklerine like… O beni beğenmişti, dur ben de beğeneyim. Aman gıcığın teki beğense de söylemez, sen de beğenme. Bu kadar stresin işin arasında kim kimi nerede gördü, beğendi, yorum yazdı telaşı bir de…
Öğlen arkadaşlarla yemek, sohbet, ufak ofis dışı kaçamaklar, minik alışverişler. Cuma günlerimin adresi belli zaten, diğer günler muhtelif ama hepsi çok can dostlarla yenilen yemeklerin, içilen kahvelerin keyfi…
Nihayet biten beş iş gününün ardından iki gün mola… Uyku ile sıcak randevu mu dediniz? Peki sahilde yürüyüşü kim yapacak? Nasıl forma girilip, nasıl bu güzellik kaçacak? Bu telaşsız ve keyifli bir yürüyüş neyse ki… Ardından güneşe karşı süper bir kahvaltı ile hafta sonuna güzel başlangıç. Kendimiz için yaptığımız en güzel iş. Öğlene kadar bu kaçamağı yaptık yaptık, yapmadık yandık. Çünkü sonrasında yapılmayı bekleyen bir dolu iş var sırada. Alışveriş, eş-dost ziyaretleri en güzeli, bir de zorunlu olanlar var ki, saymakla bitmez.
Kadın olmak zor, zamanı az kadın olmak daha da zor. Kuaföre gitmek bile yapılacak işler sırasında, keyif değil mecburiyet adeta. Boyasız saç, manikürsüz el zinhar olmaz. Kabul edilemez… Yıllar var, ojelerimin kurumasını bekleyecek zamanım olmadı kuaförde, pedikür terlikleriyle yollara düşmüşlüğüm çoktur mesela. Oysa kahve içip, dinlenmeyi, kendimi şımartmayı ne kadar çok özledim.
Hasta olmadan yatmayı, kitap okumak için uzun zaman ayırmayı, boş vakit geçirirken suçluluk duymamayı istiyor insan bazen. Her zaman değil ama hiç değilse birkaç haftada bir, “hiçbir şey yapmama günü”…yapabilmeyi özlüyorum. Kızlarım küçükken yapardık ara sıra, hiçbir şey yapmadan otururduk bütün gün. Sadece bedeni değil, ruhu da dinleniyor o zaman insanın. Ama yaşlar ilerledikçe, sorumluluklar artıyor, zaman daralıyor ve o iki güne bir dünya sığdırılmaya çalışılıyor artık.

Geçenlerde bizim meşhur liseli kızlarla oluşturduğumuz whatsup grubundan yazışırken ki “iyi ki bu gruplar var, birbirimizden haber alıyoruz hiç değilse”, her neyse, bir arkadaşım “bizi uzaydan izleyenler gülüyordur halimize” dedi. Bence de öyledir. Tatil için çalışıp, tatilde bile huzur bulamayan garip bir canlı türüyüz bizler uzun zamandır. Yürümeyip koşan, yemek yemeyip atıştıran, dostlarıyla yüzyüze değil sanal alemde dertleşen… Alışverişi internetten, havayı klimadan alan garip bir canlı türü… Yaşadığını sanan robot ya da daha iyisi geniş alanda dönen dev hamsterler ordusu.”
Bu yazıyı arşivimde buldum bugün, yeni bir yazı yazmak için açtığımda. Yazmışım ama yayınlamamışım nedense… Sanırım yine oldukça yoğun bir süreç öncesinde arada kaldı. Paylaşmak istedim sizlerle.
Yorulmak hayata dair aslında. Bu serzenişler yaşam belirtisi. Ne yaptı etti yine işi Pollyanna’ya bağladı demeyin ama gerçekten böyle düşünüyorum. Hayatın içinde olmanın yolu bu. Aksi çok daha tekdüze bir yaşam. Gerçi bu yıl yaşadığım koşturmanın içinde bazen tekdüze yaşamayı da özlemiyor değilim:) Bu arada yılın bilançosu bir sonraki yazıda, bekleyin gelecek yakında…

Sağlık ve huzur olsun gerisi alt edilebilir şeyler. İşin maddi yönü bir yana, manevi olarak da tatmin sağlayan bir şey çalışmak. Tatil kavramına anlam katıyor en azından. İşte tam da bu noktada, bir hafta kaçıyorum ben buralardan… Yetmez ama çare yok, bir hava alıp döneceğim. Şimdilik hoşçakal İstanbul… Zalim ama vazgeçilmeyen sevgilim, kimbilir belki de Stockholm sendromu ile bağlı olduğum yarim…Hoşçakal…
