Yazmak, yazının keyfini almak hele de bunları paylaşabilmek çok farklı, çok güzel bir duyguymuş meğerse. Yazmayı zaten çok sevdim her zaman. Kalp kırıklıklarımı, acılarımı, sıkıntılarımı yazmak sayesinde aştım büyük oranda. Mutlulukları paylaşmak kolay ama acılar o kadar kolay dökülemiyor ortaya. Herkesten sakladıklarımı yazılara döktüm, gizli dert ortağım oldu yazdıklarım ve kimseyle paylaşmadım, paylaşamadım bugüne kadar.

Çok küçük bir kızken okuduğum Louisa May Alcott’un “Küçük Kadınlar” romanı bana yazım yönünde ilk kapıyı aralamıştı o yıllarda. Romandaki “Jo” benim kahramanımdı. Onun gibi yazabilmek için, günlerce uğraştığımı biliyorum. Şimdiki gençler pek bilmez, eskiden okul açıldığı zaman annem bize bir top saman kağıdı alırdı. Müsvedde olarak kullanalım diye, onların üzerinde çalışır, sonra temiz defterimize geçerdik. İşte o kağıtlar benim ilk denemelerimi yaptığım, hatta pek çok filmde görüp, kitapta okuduğum gibi buruşturup atarak kendime “yazar” havası verdiğim ilk şahitlerim oldu.

Bunun sonunda bir de roman yazdım hatta. 13-14 yaşında bir genç kız olarak beni ne etkiledi bilemiyorum pek de hatırlamıyorum ama ilk roman denemem bir hapishane hücresinde fare ile arkadaşlık yaparak avunan bir adamı konu alıyordu. Adı da “Hücremdeki Yabancı”. Uzun süre uğraşıp, sile boza yazdığım, onlarca kağıt tükettiğim bu ilk denememi önce anne ve babama okutmak istemiştim. Kendimce yazmaya çalıştığım bu dramatik “eser” sanırım öylesine saçma ve komikti ki, babamım gülmemek için gösterdiği çaba ve o güzel yüz ifadesi dün gibi aklımda. Canım babacığım, sabırla okuyup, bitirmiş, sonra mantık hataları üzerinde biraz konuşup beni teşvik etmişti. Bu hevesim bir süre daha devam etti ama belki kendime başka bir rol model bulduğum ya da gençliğin getirdiği maymun iştahlılıkla uzun bir süre ara verdim yazmaya

Lise yıllarında da bir kaç denemem oldu ama o zaman ilgimi dağıtan farklı konular ve asıl uğraşım olan spor ön plana çıkmıştı. Okul takımında olmak, yarışmalar ve bunun yarattığı hava ayaklarımı biraz yerden kesmiş olmalı ki, o dönemdeki arkadaşlarım beni yorgunluktan sürekli sırada uzanan, koca ayaklı bir kız olarak hatırlıyor. Dönemin moda kovboy çizmeleri ve yeni yeni ortaya çıkan kırmızı convers’lerim ile bir hayli ortadaydım.

Roman ve hikayenin yerini uzun aşk mektuplarına bıraktığı üniversite yılları ise gözümün önünü bile göremediğim bir bulut üstünde uçma ve kalp çarpıntısı ile geçti. Daha sonra eşim ama o zaman nişanlım olan sevgilime askerdeyken yazdığım mektuplar sanırım yazım hayatımın en yoğun dönemiydi. O dönem çalıştığım bankanın hemen karşısında olan PTT şubesi çalışanları ile yakın bir dostluk kurmuştum bu sayede. Her öğle tatilinde mektup gönderirken bana bakıp gülümsediklerini hiç unutmuyorum, geciktiğimde merak edip sorduklarını bile hatırlarım. Hele akşam eve döndüğümde posta kutusuna saldırmam ve eğer mektup yoksa yaşadığım hayal kırıklığı gerçekten inanılmazdı. Merdivenleri hızla çıkar, kapıyı açan anneanneciğimin gözünün içine bakardım. Onun o güzel, pamuk ve her zaman terli yüzü ve arkasına sakladığı mektubu uzatırken ki muzip gülümsemesi hiç aklımdan çıkmıyor. Hızla okur, sonra tekrar tekrar tekrar okurdum. O zamanlar 45 kg. sıskacık bir kız olduğum için bazen mektupları yemekten sonra verirdi anneannem, çünkü okurken yemek yemeği unuturdum.

Evlilik, çocuklarımın doğumu ve ardından yaşadığım süreçler beni yazmaktan biraz uzaklaştırdı. Çok nadiren bir şeyler yazmaya çalışsam da sonunu getiremedim nedense. Daha çok üzüntü ve öfkemi satırlara döktüğüm mektuplar yazdım o dönemlerde kendi kendime. Yakın arkadaşlarım bilirler, hayatımı tamamlanmamış bir romana benzetirim ben her zaman. Romanın en güzel yerinde kaldım ve sonrasına uygun bir kurgum yoktu. Hiç düşünmemişim, hiç hazır değilmişin sonrasına. Kendimi akışa bıraktım öylece. Hayallerim tam orta yerinden öylesine kırılmıştı ki, nerden yapıştırmaya çalışsam elimde kalıyordu. Elbette hepimizin yerine hikayeler yazan ve onlara uygun sonları bilen biri var; Tanrı! hepimiz için bir hikaye yazıyor ve biz ona “kader” diyoruz. Benim ki tanrıya isyan veya karşı gelme değil sadece güzel bir hikayenin orta yerinde, hikayesi elinden alınmış, hevesi kursağında kalmış birinin sitemi belki. Uzun zaman hikayemin bittiğini düşünerek geçirdim zamanımı, oysa nefes aldığımız sürece hikayemiz bitmiyormuş. Bir bölüm biterken diğeri başlıyormuş yaşam döngümüz içinde. Her bölüm aynı lezzeti vermiyor, hepsini sevemiyoruz elbette. Hayat her zaman keyifle okuyacağımız, sıkıldığımız zaman bırakacağımız bir roman değilmiş ne yazık ki, kimi zaman kızarak, kimi zaman gülerek, kimi zaman ağlayarak ama her şekilde bitirmek zorunda olduğumuz bir okul gibiymiş aslında. Bütün kitapları okumadan, dersleri vermeden, sınavları geçmeden mezun olma şansımız yok bu okuldan, tek farkı mezuniyet törenimize fiilen katılma şansımız yok… Ama yukarılardan bir yerlerden izleyip, sınavlarda ne kadar başarılı olduğumuzu görme şansımız olduğuna sonuna kadar inanıyorum. Sanırım, ardımızda bıraktığımız güzel anılar, dostluklar, sevgiler de diploma notlarımız. Hele bir de kalıcı eserler bırakabilme şansı olanlar için bunun keyfine doyum olmaz herhalde. “Ölümsüzlük” dedikleri de bu değil mi zaten? Eserleri sayesinde hikayeleri hiç bitmeyen, çağlar boyunca aktarılan ve aktarılmaya devam edecek tüm bilim, sanat ve düşünce insanlarının önünde saygıyla eğiliyorum buradan izninizle.

Çocuklarım büyürken onları anlattığım küçük hikayeler ve daha çok yaramazlıkla geçen çocukluk anılarım ile eğlendirmeye çalışırdım. Bunları kaleme almadım ama sıklıkla anlattım. Bugüne kadar övünülecek hiç bir şey yapmadıysam da, çocuklarıma verdiğim sözleri tutma konusunda oldukça gayretli olduğuma inanıyorum. Onların beni yüreklendirmesi ve ısrarı ile yazmaya tekrar başladım. Önce yaramazlıklarımı konu alan bir çocuk hikaye kitabı yazmamdı istedikleri ama sonrasında yönümü değiştirmeye karar verdim. 40 yaşıma geldiğimde kendime ve onlara bir hediye verecek ve bir kitap yazacaktım ama başaramadım. Neydi mazeretim bilmiyorum belki ilham perim kaçmıştı, belki uğraşılarım artmıştı daha çok okumaya zaman ayırdım, çokca kitap okudum bu dönemde ve 6 yıl kadar gecikmeli de olsa şimdi tekrar başladım yazmaya; ilginçtir şimdi de sürekli yazmak istiyorum. Yaşadığım her olay bana yazma isteği veriyor. Çocukça bir çoşku, bir heyecan var içimde. Bir tür bağımlılık gibi çok keyif alıyorum bu durumdan…

Tanrı benim hikayemin sonunu nasıl yazdı bilemiyorum. Aslına bakarsanız artık merak da etmiyorum. Eminim onun yazdığı son benim kurguladıklarımın hepsinden daha başarılıdır. Değiştirme şansımın olmadığı konularla uğraşmayı bırakalı daha rahatım nedense:) Ama yine de tanrının bana yazdığı sona ufak müdahaleler yapmaya çalışıyorum kendimce. Hayallerimi ertelememeye çalışıyorum artık mesela. Yıllarca düşünüp beni en mutlu eden şeyi ararken, bu uğurda onca çaba harcarken, onun içimde saklı olduğunu bulmak güzel bir sürpriz oldu benim için. Yazmanın keyfine vardıkça anladım ki aradığım mutluluk çok uzaklarda değilmiş. Yazdıklarımı paylaştıkça da mutluluğum arttı. Güzel yorumlarınızın, desteklerinizin beni ne kadar mutlu ettiğini asla tahmin edemezsiniz. Hep diyorum ya, enginlere bakarken önünü hatta içini hiç göremiyor insan diye bende ki de o hal işte… Diliyorum ki ben hep yazayım, siz de hep okuyun… Kimbilir belki benim de ardımda güzel kızlarımın, ailemin, dostlarımın dışında bir de kalıcı “anım” olur.


Benden esirgemediğiniz desteğiniz ve mezuniyet notuma kattığınız sevgi ve güven için binlerce kez teşekkürler…


Sevgiyle kalın,

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir