Bu bir gezi yazısı değil, hani derler ya, yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat diye, ben de anlatıyorum işte, hem kendime hatırlatma, hem de size sohbet niteliğinde…
Kasım’da benim doğum günümü kutlarken, Banu’nun 27 Aralık’taki doğum günü için değişik bir şeyler yapsak diye konuşuyorduk. Yılbaşını da bahane edip yurt dışına mı gitsek diye dahice bir fikir geldi aklımıza.. İlerleyen günler bu konuda pek bir şey yapmadık, zaten Banu’nun vizesi de yoktu.. O vize işlemleri ile uğraşırken, ben de daha önceki yazılarımdan da bildiğiniz gibi, kendimi yemekle meşguldüm. Mutsuzluk, karamsarlık, stres ne ararsan var. Hayat üstüme geliyor, canım sıkkın, çözümsüz ve umutsuzum… Bu durum yüzüme de fazlasıyla yansımış olmalı ki, benim gezmemi çok sevmeyen annem bile, “git kızım, hava al, dinlen” dedi sonunda dayanamayarak. Anlayın yani durumun vahametini:)
Gönlüm gitmek, buradan, ortamdan hatta kendimden kaçmak istiyor ama aklım otur oturduğun yerde diyor. Aşağı koysam olmuyor, yukarı koysam dolmuyor, bir belirsizlik, kararsızlık ve tutarsızlık içindeyim. İstiyorum ki Banu vazgeçelim desin, o zaman topu ona atacağım ve rahatlayacağım, hoşuma gidecek, ben diyemiyorum çünkü bir türlü. Hem onu heveslendirmenin utancı hem de yüreğimin sesi engelliyor beni. Sonra soruyorum kendi kendime, nedir beni engelleyen diye… çocuklarım büyüdü, kendi programları var, zaten bir süredir ayrı ayrı giriyoruz yeni yıla, yeterince iznim de var… sorunun cevabı oldukça basit ve açık malumunuzca, gitmemek için tek bir geçerli nedenim var, o da ekonomik.. “Öylede yok böylede, hiç bir zaman da olmayacak. Ne piyango bana çıkacak, ne maaşıma % 500 zam gelecek, hiç değilse yaşadıklarım yanıma kar kalsın” diyorum, bu sözü öylesine içselleştiriyorum ki, söylediğime önce yüreğimi, sonra aklımı inandırıyor ve ikna oluyorum… Bu arada vize de çıkıyor…Banu benim gelgitlerimden habersiz ama mutlaka farkında olarak olaya el koyuyor ve gitmeye karar veriyoruz…Biz seçimimizi yapana kadar yer seçenekleri de iyice daralıyor tabi. İsteklerimiz çok da fazla değil aslında, hem ikimizin de görmediği bir yer olsun, hem kredi kartına 88 taksit yapsın, hem ucuz, hem nezih olsun…hem de mutlu olalım.. Bu kısıtlı ve makul arzularımıza karşılık olarak Viyana en uygun seçenek olarak karşımıza çıkıyor, hemen rezervasyonumuzu yaptırıyoruz. 29 Aralık Perşembe sabahı saat 05:00 sıralarında hava limanında olduğumuza kendimiz bile inanamıyoruz nihayetinde. Son hafta o kadar yoğun geçmişti ki, bavulumu bile yola çıkmadan 1-2 saat önce hazırlayabilmiştim ancak..
09:30 gibi Viyana’ya iniyoruz. Rehberimiz karşılıyor bizi, çok sevimli, efendi ve temiz bir çocuk. Oldukça da bilgili. Şöförümüze ise inanamayacaksınız, gerçek bir Noel Baba… Adı da Nicholas zaten..Yeşil polar montu, kırmızı atkısı, bembeyaz sakalları ve kocaman bir göbeği var. Santa diyoruz biz ona… Şehir turu için yola koyuluyoruz, hava soğuk ama yağışlı değil. Şehire girerken dev bir rafineri görüyoruz, adeta küçük bir kasaba. Avusturya ekonomisinin temel direği burası imiş. Bütün Orta Avrupa’ya dağıtım buradan yapılıyormuş. Merkeze geliyoruz yarım saat içinde, burası çok güzel, binalar, saraylar harika. Bakmaya doyamıyoruz. Cumhurbaşkanının çalışma ofisini gösteriyor Yaşar bize (rehberimiz) bir sarayın içinde yer alıyor, sarayın 14 odasını kullanıyorlarmış sadece ve cumhurbaşkanı işine metro ile gidip geliyormuş, ne enteresan bir detay!!

Bütün binalar çok güzel ama ben parlemento binasına bayıldım. Öyle görkemli ve güzel ki. Yunan mimarisinden esinlenilmiş ve bir tapınak görünümünde inşa edilmiş, harika bir yapı.
Onun dışında opera ve konser binalarını da öyle, insanın içi sızlıyor gerçekten. Bütün bunları biz neden yapamıyoruz, olanları neden koruyamıyoruz diye…Serbest zamanda buraya gelirken hayalini kurduğumuz şnitzel’i yemeğe gidiyoruz. Rehberimizin önerdiği, Figl Müller gerçekten çok hoş bir yer. Kapıda sıra var ama biz şanslıyız hemen 2 kişilik yer bulup oturuyoruz. Şnitzelin boyutu hakkında fazlaca bir bilgi veremeyeceğim, oldukça desem yeterince anlaşılır herhalde.

Ev yapımı şarap, patates salatası ve şnitzelimizi afiyetle yiyor ve yürüşümüze devam ediyoruz. Binaların her biri ayrı görkemli. Bir kadın şehri Viyana, yani ben de öyle bir izlenim bırakdı. Çok uzun yıllar kadın imparatorlar tarafından yönetilmiş. Belki bu nedenle, dantel gibi işlenmiş, zarif ve asil. Şehirlerin ruhu ve cinsiyeti olduğuna inananlardanım ben, Viyana soylu bir kadın gibi bence mesela, İmparatoriçe Sisi’nin şanına rağmen, fazla frapan bir izlenim bırakmadı bende… Çapkın ve güzel Sisi, şehire asil ruhunu nakşetmiş sanki. Çapkınlığı konusunda fazla izlenim edinemedim şehirde, sadece duyduklarım ise oldukça cürekkar olduğunu söylüyordu 🙂 Sanatın beşiği burası, klasik müzik içine işliyor insanın. Lüks mağazaların bulunduğu bir caddeye geliyoruz, bildiğiniz tüm markaları görebilme olanağınız var, alabillme şansınız da olursa daha iyi olur tabi… Bir diğer cadde, Beyoğlu, İstiklal Caddesi gibi. Daha sıradan ve ekonomik. Şehir boş, rehberimiz herkesin yeni yıl tatilinde olduğunu söylüyor. Noel kutlanmış ve şehir boşalmış. Rahat rahat dolaşıyoruz.

Yine gelmeden önce öğrendiğimiz DEMEL adlı kafede bir melange ve apple strudel molası veriyoruz. Melange, güzel, sütlü ve hafif bir kahve, ben sevdim.. Buluşma saati geldiğinde, otelimize gitmek için tekrar otobüsümüze dönüyoruz. Otel gerçekten çok güzel, uzun zamandır Avrupa’da konakladığım hemen hemen en güzel otel diyebilirim. PARK HOTEL SCHONBRUNN.. Oda oldukça büyük ve rahat, lobi ve giriş çok şık. Yeri merkeze biraz uzak ama metro istasyonu çok yakın. Biraz dinlendikten sonra, akşam dışarı çıkıyoruz, öğlen yemeği fazla kaçırdığımız için bu sefer sadece bir şeyler içmek için. Metro ile öğrendiğimiz gibi merkeze gidiyor ve biraz turluyoruz. Işıl ışıl her yer, gündüze göre biraz daha kalabalık, ama yine de sakin.

İstediğimiz gibi bir kafe bulamıyoruz, oysa şehirde 400’e yakın kafe olduğunu söylemişti rehberimiz, bir süre dolaştıktan sonra, mahzen gibi bir yer bulup giriyoruz. Üzgünüm adını hatırlayamadım… Çok şık olmamakla beraber, otantik bir yer. Keman ve akordeon eşliğinde müzik yapıyorlar. Türk olduğumuzu öğrenince de bize Türkçe parçalar çalarak jest yaptılar. Biraz oturduktan sonra otelimize geri döndük ve sabah erkenden uyanıp Avusturya Ormanları ve Baden turuna katılabilmek için dinlenmeye çekildik.
Avusturyalılar, daha doğrusu Orta Avrupalılar bizi pek sevmiyor. Osmanlıyı desek daha doğru aslında, yıllarca akınlardan usanmış ve surların içinde kapalı kalmışlar. Osmanlı korkusu bitince şehirler büyümüş ve şimdiki görkemli hallerini almış. Sanata verilen önem hemen hemen her dalda kendini gösteriyor ama Viyana’nın büyüsü, vals’te saklı… Kafelerde, otelde hemen her yerde çalan klasik müzik, ruhunuza işliyor. Gerçekten çok hoşuma gitti. İnsanlar şık ve zarif. Trafik makul, metro fazla karışık değil.. Ama beni en etkileyen vatandaşa olan inanç oldu. Güvenli bir şehir, taksi şöförleri dürüst, yol kenarlarında direklere bağlı gazeteler ve yanında bir kumbara var, parayı atıp, gazeteyi alıyorsunuz, atmazsanız da alıyorsunuz kimse denetlemiyor ama herkes parasını atıyor. Metroda güvenlik yok, kimse kimseye bilet aldın mı diye sormuyor, kontrol yok ama herkes biletini alıyor. Çünkü zihniyet, vatandaşa güvenmek üzerine kurulmuş. Davranış kurallarını, toplum bilincini korkutarak değil, olumlayarak öğretmişler. Bilet almanız gerektiğini, gazetenin bedeli olduğunu bilerek büyüyor ve aksini yapmıyorsunuz bu durumda demek ki, görünen o… Tabi nadiren kontroller de oluyormuş ve cezalar oldukça ağırmış. Yani kurallara uymamanın ağır bir bedeli var, ama uymamak için bir gerekçe yok. Bu gezide sanırım beni en çok etkileyen unsurlardan biri de bu oldu. Yoksa güzellik olarak hala İstanbul’dan daha güzeline rastlayabilmiş değilim. Ama farkettiğiniz gibi arayışlarım devam ediyor:)) Gezinin kalan kısmına daha sonra devam etmek üzere şimdilik hoşçakalın diyorum..
Sevgiyle kalın,
